10 Mayıs 2013 Cuma

Benfica Deplasmanı - Uzun Bir Yol Hikayesi


Aslında herşey ilk Avrupa deplasmanımız olan Marsilya deplasmanı ile başladı. Şöyle ki; daha grup aşamasında oynanan ama futbol ve taraftar kültürü açısından ön sıralara giren Marsilya deplasmanına gitmeye heves etmiş ve bunu olabilecek en ekonomik şekilde başarmıştık! Oldukça endüstriyel ve kolay ama pahalı bir şekilde değil biraz meşakkatli ama ekonomik ve hatta maceralı rotalar üzerinden deplasmana gitmek! Marsilya bizim için ilk olması ve yaşadığımız tecrübeler nedeniyle önemli bir yere sahip, dolayısıyla da Benfica deplasmanı için de bize yol gösterici oldu.

Bildiğiniz üzere Fenerbahçe bu sezon tarihinin Avrupa kupalarındaki en üst seviyesi olan yarı finale kadar ulaşmayı başardı. Grup aşamasını lider bitirdikten sonra 2. turda Belarus'tan BATE Borisov, 3. turda Çek Plzen'i elemeyi başardı. Bu turlarda deplase olamayan biz, çeyrek finalde tıpkı ilk paragrafta vurgu yaptığım gibi futbol ve taraftar kültürü açısından deplase olmak adına ön sıralarda olan Lazio deplasmanına da kendilerinin tıpkı bizim 2. ve 3. turlarda aldığımız taraftarsız oynama cezası nedeniyle deplase olamadık! Lakin önemli değildi, Fenerbahçe Lazio'yu çeyrek finalde elemiş ve adını yarı finale yazdırmıştı! Çekilen kura sonucu Chelsea - Basel eşleşirken, bize de Benfica düştü!

Kura sonrası havayolu firmaları kurayı bizim gibi canlı izlemiş olacaklar ki anında Lizbon tarifeli seferleri 2.000 TL ve üzeri fiyatlara ulaştı! Bu yollar bize tersti ama Fenerbahçe'nin yanında olmak isteği olunca herşey olurdu! Tabii ki zaman dardı, elde vize yoktu ve deplasmanda oynanacak maç için 15 gün vardı. Grubumuzun ağırlıklı eğilimi olursa esmer olsun tadında olursa Amsterdam olsun ve finale deplase olalım şeklindeydi. Ekonomik ve diğer şartları düşününce belki anlaşılabilir tabi ancak ben hep şunu dedim; olasılıklar üzerinden değil de gerçekler üzerinden plan yapmak daha doğru. Amsterdam olasılıktı ama oynanacak gerçek bir Benfica deplasmanı vardı!

Böyle düşünen ve şartları zorlayan ben, Haluk abi, Reşo, Emre ve Giray Vamos Bien'i temsilen Benfica deplasman yoluna düşmeye karar verdik! Öncelikli iş ekonomik ulaşım rotasıydı ve Emre haritayı açmış bi tarafı Atlas Okyanusu diğer tarafı İspanya olan Portekiz'e yakın uçuş rotalarını ararken karşısına THY'nin Bilbao seferi çıkmış ve gidiş - dönüş 350 TL olan bu ucuz bilet fişeğin ilk yandığı an olmuştu. Bu bilet alınıp riske girilecekti ve diğer yandan olmayan vizeyi almak için bilinen gereksiz evrakları toplamak, iş yerinden izin almak vs. gibi şeyler halledilecekti. Bir yandan bunları organize ederken yarı finalin ilk maçı 25 Nisan'da Kadıköy'de oynanıyor ve hepimizin lütfen Lizbon'a umudu taşıyalım hisleri ile girdiğimiz maçı Cristian'ın penaltısının, Sow'un kafasının ve Kuyt'ın şutunun direkten dönmesini kapsayan şekilde Egemen'in kafa vuruşunun direğin içine çarparak girmesiyle 1-0 kazanmıştık! Gol yememiş ve çok uzun bir süredir yenilmeyen Benfica'yı gayet iyi oynayarak yenmiştik. Final umudu ile Lizbon yollarına düşüyorduk.


Tribünde omuz omuza verdiğimiz dostlarımız Cefakar Kanaryalar ve ÜNİFEB'den dostlar ile bu ekonomik ama biraz meşakkatli rotayı paylaşmış ve beraber hareket etme kararı almıştık. Bilbao'ya gidiş ve hatta dönüş gayet ekonomikti fakat Bilbao ile Benfica deplasmanını oynayacağımız Lizbon arasında yaklaşık 1.000 km mesafe vardı. Olsun dedik, biz Fener için uçak yolculuğu arkası 1.000 km yol da gider, Lizbon'da onun yanında olur, ona ses oluruz dedik! Öteki türlüsü ne bize uyar ne de biz ona uyarız dedik. Marsilya deplasmanında olduğu gibi Haluk abinin önceden tecrübe ettiği ve bize önerdiği araba kiralama olayına giriştik (orada da ucuz biletle Lyon'a inmiş ve Marsilya'ya kiraladığımız araba ile ulaşmıştık). Araba kiralama işi uzun sürdü, bu kısmı tatsız hatırlıyor ve geçiyorum. Türkiye'den İspanya'ya inerken kazandığımız 1 saati ziyadesiyle kaybetmiştik ve önceden yaptığımız plana göre - uzun yolu bölmek için - 30 Nisan gecesi Madrid'de kalacaktık ve hemen Bilbao'dan Madrid yoluna düştük. 4 araba kiralanmış ve takip halinde yol alıyorduk.

Yola çıkmadan önce 30 Nisan akşamı Madrid'de Real Madrid - Borussia Dortmund Şampiyonlar Ligi yarı final rövanşının oynanacağını konuşmuş ve girer bir pub'a bira çekizleyerek izleriz diyorduk. Bizim için hep 21.45 olan ŞL maç saati İspanya'da 20:45 ve biz 20:30 gibi şehre girip o koca koca endüstriyel dünya binalarına bakıp kalacağımız oteli ararken kaybolduk. Ve bu kaybolma hayırlara vesile oldu, kendimizi koca bir caddede nereye gideceğiz şeklinde ilerlerken bir anda Santiago Bernabeu'nun önünden geçerken bulduk. Arabaları anlamsız bir köşeye çekip şaşkın şaşkın stada bakıyor ve fotoğraf çekiyorduk. Bütün Vamos Bien, CK ve ÜNİFEB tayfası atkı - kaşkol şekliyle hazır olduğu için sanki maça hazır ve gelmişken tribüne neden girmeyelim haline bürünüldü. Ancak karaborsacılar yanlış adamlara kazık atmaya çalışıyorlardı. Biz şaşkınlığımız ve olağanca heyecanımızla Santiago Bernabeu etrafını tavaf etmiş ve ortamı gözlemlemiştik.


Stad çevresini, atkı satan tezgahları görüp kendimize maçı izleyecek bir pub aradık. Biraz bilerek biraz yol orayı gösterdiği için stadın karşısında Real Madrid'in bilinen tribün grubu Ultras Sur'un takıldığı sokağa girdik. Üzerimizdeki sarı-lacivert herşey adamlarda Dortmund'luyuz algısı yarattı. Bizden alenen rahatsız oldular. Bu durum maçın ilk devresinin sonuna doğru girdiğimiz Si Senor adlı pub'da da devam etti. Herkes bize garip bakıyor ve yanlarından geçerken Dortmund'a küfür ediyorlardı. Devre arası sabır sınavı sonucunu verdi; dedik ki birader biz Fenerbahçeliyiz, İstanbul'dan bugün Bilbao'ya indik, karayolu ile Lizbon'a Benfica deplasmanına gidiyoruz. Neyse Si Senor'da yemek yiyerek ve bira çekizleyerek maçı tamamladık. Real Madrid'in geç 2-0'ı final için kısa kaldı ve ilk maçı 4-1 kazanan Dortmund Şampiyonlar Ligi finaline kalmayı başardı. Bundan sonrası yukarıda yazdığım üzere Madrid sokaklarında öngörülmeyen 20 küsur Fenerbahçeli nedeniyle adeta Dortmundlu gibi tebrikleri kabul ederek geçti. Gece Cibeles meydanına yürünen yaklaşık 9.5 km yol ardından ve ismini hatırlayamadığım Madrid'in hareketli bir semtinde Dortmund taraftarının finali kutladığı yerde kendilerine Fenerbahçe tezahüratları ile eşlik ederek devam etti. Bize başarılar dilediler ve kalacağımız otele dönmek üzere oradan ayrıldık. Fakat bu kısımdan sonrası bir Vamos Bien bestesinde olduğu gibi "açlık bize, soğuk bize, yolların bize" şeklinde geçti. Madrid ayazında (tam bir karasal iklim memleketi) 2 saat kiraladığımız arabaları bekledik! Arabaları otelin oradan alacak arkadaşlar kaybolmuş ve biz onların gelip bizi almasını beklerken adeta donmuştuk!

Ertesi sabah 1 Mayıs! Bu kez 1 Mayıs'a Madrid'de uyandık! Kaldığımız otel şehir merkezinin dışındaydı, resmi tatil olması nedeniyle etraf oldukça sessiz ve biz Madrid 1 Mayıs alanına oldukça uzaktık. Otelin interneti ile Türkiye'de olan biteni öğrendik. Valilik ve emniyet "kutlamayacaksınız" demiş ve kendileri açısından son dönemin en popüler silahı gaz bombalarını alana çıkmak isteyen insanlardan esirgememişti! Bu otoriter düzen kendisine boyun eğmeyene bunu hükmetmeye endeksliydi!


Haberini aldığımız bu durumdan dolayı hassas bir ruh hali ile Madrid'den ayrılıp Lizbon yoluna düştük. Madrid - Lizbon arası karayolu mesafesi 600 küsur km ve biz maçtan 1 gece önce şehre varmayı planlamıştık. Yolculuğu daha kolay hale getirebilmek adına erzaklarımız ve CK'dan Mert'in CD'si kendi güzel muhabbetimiz dışında en büyük dostumuz oldu. Orhan ve Müslüm Babalar, İbo ve Zafer Peker şarkıları ile İspanya - Portekiz sınırını aşıyorduk. Bir şehirden başka bir şehre geçer gibi İspanya'dan Portekiz'e geçtiğimizde zamanı 1 saat daha geri almıştık. Lizbon'a vardığımızda akşam olmuş ama hava halen aydınlıktı. Kalacağımız hostel'i bulduğumuzda değişik bir mahalleye geldiğimizi anlamıştık. Değişik durumlar devam ediyordu; hostel'i işleten abi ve abla resepsiyonu bırakmış ve bir yerlere gitmişlerdi, gelmelerini bekledik. O arada etrafı gözlemliyor, hemen yanı başımıza gelen torbacıdan ve aşağı mahallenin görüntüsünden Lizbon'un Hacıhüsrev'ine geldiğimizi anlıyorduk. Hostelle ilgili soyulur muyuz tarzı endişeleri bir kenara bırakıp 20 kişi gruplar halinde odalara ve katlara dağıldık ve mahalleyi pankartlarımız ile selamladık!


Lizbon'a biz geldik demek ve bizden farklı yollar ile gelen dostlar ile buluşmak için merkeze indik. Hostel'in bulunduğu mahalle merkeze 15-20 dk.lık yürüme mesafesindeydi. Vamos Bien, CK ve ÜNİFEB stickerları Lizbon sokaklarını, yön ve trafik tabelalarını süslemeye başlamıştı. Dostlarımızla buluşup, yediğimiz yemek ardından Lizbon sokaklarını arşınlamaya başlamıştık. Daha önceden şehre gelen arkadaşların yönlendirmesi ile Rossio Meydanı, Praça do Comércio (burası ertesi gün maç öncesi takılacağımız meydanmış, denize sıfır, gayet geniş) ve Lizbon sokakları derken kendimizi Bairro Alto isimli mahallede bulduk (bu arada Bairro semt demekmiş, yazarken baktım). Burası gençlerin takıldığı, birbirini kesen 2-3 sokak arasına dizilmiş ufak pub'lardan oluşan bir yer. Alkolünü alan sokakta, ayaküstü muhabbet şeklinde takılıyor. Tabii burada da torbacılar anında yanımızda bitti. Bizim Reşo'nun da ticaret ingilizcesi bu Benfica deplasmanı ile iyiden iyiye gelişti. Reşo artık ingilizce pazarlık yapabilen ve her köşe başında birine selam verebilen seviyeye gelmişti. Fakat bir pazarlık sırasında 20 neydi diye bana sormasını ve twenty diye cevaplamamı unutmam mümkün değil! Bu arada dikkat çekici bir not; Bairro Alto mekanları gece tam 2 oldu mu kepenk indiriyorlar (fakat notu hafta içine göre yazdığımı söylemeliyim, hafta sonu sabaha kadarmış!). Biz de yol yorgunluğu ve aldığımız hatırı sayılır alkol ile kepenk indirmek üzere hostel'e geri döndük.


Ve maç günü. Fenerbahçelilerin kalbinin heyecanla attığı 2 Mayıs günü güneşli bir Lizbon sabahına Haluk abinin koğuş kalk sesiyle uyandık. Maça dair her türlü hazırlık, atkılar, stickerlar ve diğer gerekli herşey tamamdı. Hostelden çıkıp artık biraz alıştığımız Lizbon sokaklarından merkeze doğru indik. Kahvaltımızı yaptığımız mekanda açık alandaki reklam panosu üzerine astığımız, açılışını Marsilya deplasmanında yapan "Kadıköy Soul - Keep the Faith" pankartı oldukça ilgi çekerken Kadıköy ruhunun Lizbon'da olduğunu etrafa söylüyordu. Bir gün önce gece uğradığımız Praça do Comércio meydanı Fenerbahçe taraftarının toplandığı alan olmuş ve alanın rengi sarı-lacivert'e bürünmüştü! Ayrıca alanın yeri de muazzam, bir yol ile ayrılmış denize sıfır diyebiliriz. Bu alanın bizim için son derece rahat bir ortam olduğunu da söylemeliyim. Ne etrafta 2-3 tane dışında polis gördüm ne de rakip Benfica taraftarı (biliyorduk ama yerinde görmüş olduk, Benfica taraftarının atarı gideri yok). O koca meydan öğlen saatlerinden maça kadar bizi ağırladı.  Biz de maç önü bilinen rutin tarzımızı buraya yansıttık! Ankara'nın (Amsterdam'ın) bağları da, büklüm büklüm yolları bile dinledi Praça do Comércio meydanı. Tam da burada sokak çalgıcılarından bahsetmek gerek. Kulak yatkınlığı, melodiye uyum nedir denen sorunun cevabını adamlar net olarak ortaya koydu. Ankara'nın bağları dışında, Fenerbahçe marşları ve Galatasaray'ı anan besteleri hem çaldılar hem de söylediler! Günün tamamı eğlenceli geçti ve zaten başka türlü de zaman geçmezdi.




Maç saatine doğru meydandan yavaş yavaş toparlanarak Estadio da Luz'a doğru tezahüratlarla yola koyulduk. Portekiz polisinin rahat tavırlarının bir başka sonucu da maça giderken herhangi bir polis kordonu veya belirli güzergahtan toplu şekilde bir stada gidiş önlemini almaması oldu. Kendi kendimize 4'erli, 5'erli gruplar halinde taksilere atlayıp Estadio da Luz'un deplasman tribününün yolunu tuttuk. Stada doğru yaklaşmışken artan polis sirenleri ile kafamızı geriye doğru çevirdiğimizde Fenerbahçe takım otobüsünü yanımızdan geçerken yaşadığımız heyecan ve o heyecanla yaptığımız hareketler görülmeye değerdi. Taksilerden inip stadın deplasman tribününe doğru yürürken takım otobüsü tekrar önümüzden geçti, ben o sırada kollarımı yana açıp otobüsü selamladım, en önde Aykut hocayı gördüm ama o beni gördü mü emin değilim. Deplasman tribününe giriş öncesindeki arama noktasına vardığımızda yaşadığımız heyecanı yazarak anlatmam pek olası değil. Önce içeri alınması uygun bulunmayan! pankartlarımızı mantıklı ve hatta zeki sorular sorarak içeri sokmayı başardık!



Ve artık Estadio da Luz'un deplasman tribününe girmiştik! Grup aşaması, 2. tur, 3.tur ve çeyrek final derken final öncesi son aşama olan yarı final rövanşında Benfica karşısında Fenerbahçe'nin yanındaydık! Stadın mimarisinin Galatasaray'a hediye edilen Seyrantepe TT Arena'nın çok benzeri olduğunu söyleyebilirim. Daha sonra inşa edildiği için TT Arena'yı tasarlayanlar Estadio da Luz'dan kopya çekmişler diyebiliriz. Burasının kapasitesi biraz daha büyük tabii ki, yaklaşık 65 bin kişilik kapasitesi ile gerçekten görkemli bir stadın içindeydik. Maç başlamadan Benfica'nın armasında da bulunan, kendilerine simge olarak seçtikleri kartalın şovunu da yerinde görmüş olduk. Kartal kapalı tribünün çatısından serbest bırakıldıktan sonra büyük daireler çizerek alçalıyor ve santra noktasının üzerindeki standın üstüne konuyor. Gerçekten usta işi bir eğitim gerek fakat bununla ilgili not düşmem gereken şey kartalın çizdiği büyük daireler sırasında deplasman tribününe yaklaştığı o tek seferde bütün Fenerbahçe tribününün yuhlamasına maruz kalmasıydı (bu kısmı gülerek hatırlıyorum), zaten bundan sonra kartal yakınımızdan geçmeyi tercih etmedi ve inişini yaptı.

Bu uzun deplasman seyahatinin en üzüldüğümüz anı olan maça gelecek olursak, maç öncesi bizi saha avantajı ile kıstıracaklarını düşünüyor olsam da deplasmanda 1 gol bulursak 3 gol yemeyiz de diyordum. Fenerbahçe Avrupa'da bu seviyeye gelene kadar takım savunması, alanı hakkıyla savunmak ve pas ile topu tutmak adına gayet istikrarlı performans gösterdiği için bana bu güveni veriyordu. Benfica maça hızlı başlayarak daha 10. dakika olmadan Gaitan ile 1-0'ı yaptı ve ilk maçtaki o büyük performansımız o anda sıfırlandı. Stadın atmosferini gol yediğinizde anlıyorsunuz ve deplasman tribününe gidenler o andaki çaresizliği gayet iyi bilirler. TV başında olduğundan çok farklı duygular kaplıyor insanın tüm vücudunu. Zaten duygusal bir adamım, o andaki hislerimi tarif etmem yine pek kolay değil. Ve maalesef Lizbon'a gelmeden önce de kendi aramızda konuştuğumuz gibi deplasman tribünü profili tam da tahmin ettiğimiz gibi olunca çabamız tribünü kurtarmak için çok çaresiz kaldı! Belli kısa anlar dışında 3 bin küsur kişinin çoğu olaya bizden çok farklı bakıyordu. Her neyse Kuyt'ın penaltı golüyle hayatımızın en büyük sevinçlerinden birini yaşadık tribünde. Kollarımı iki yana olabildiğince açarak ve yumruklarımı sıkarak Estadio da Luz'a goooolllll diye haykırıyordum. Haluk abi ile birbirimize sıkı sıkıya sarıldığımızı hatırlıyorum. O anlarda herhalde bu rüya devam edecek diyordum. Gerisi malum; sakattık-cezalıydık, maçın içinde daha da sakat verdik, o bildiğimiz oyunu tutan Fenerbahçe olamadık. Yine de Kadıköy'de direklere takılanlara, deplasmanda Kuyt'ın çaprazdan boş kaleye yuvarlayamamasına yanıyorum ben. Ne bileyim adamlar da gayet iyi oynadılar ama sonuçta tarafım ben, üzüldüm işte. Son anlarda 3-1'i 3-2 yapma adına biraz heyecanlansak ta olmadı. Son düdükte Benficalılar haklı olarak saha ortasında birbirine koşarken ben dolu gözlerle etrafa bakıyordum. Deplasman tribününün boşaltılmasına müsaade edilene kadar kimsenin ağzını bıçak açmadı, Amsterdam rüyasını Estadio da Luz'da bırakmıştık. Başımızı öne eğmeden ayrıldık...


Stada geldiğimiz gibi kendimiz gideceğimiz yerlere ulaşacağımızı düşünürken polis maç öncesi yapmadığı şeyi yaptı ve deplasman taraftarını kordona alarak bizi stadın biraz ötesinde bir alana götürdü. Burası Benficalıların yemek yiyip, alkol çekizlediği bi yer gibiydi ve polis yanımızdan ayrıldığında biz Benficalıların hemen yanı başındaydık! Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu derken Benficalılar bizi statta olduğu gibi alkışlamaya başladılar. Dediğim gibi atarlı giderli bir tayfaları yok, varsa da çok az ve biz denk gelmedik. Her neyse kaldığımız hostele gitmenin yolunu ararken metro kullanmaya karar verdik. Ve işte bir terapi böyle başladı. Lizbon metrosunun o adını bilmediğim hattı arabesk, fantezi müzik ne ararsan hepsine doydu! Buraya Portekiz polisinin yaklaşımını da not olarak düşmek gerek, adamlar bizi kartlarıyla turnikelerden beleşe geçirirken indiğimiz istasyona kadar yanımızda geldiler ve hatta indiğimiz istasyonun kapatılmış çıkış kapısını açtırdılar. Bu kadar polis övgüsü yeter! Hostele gidip üzerlerimizi değiştikten sonra kafa dağıtmak için merkeze indik. Yemek sonrası, kimimiz kapanma saatine 15 dk kala da olsa Bairro Alto'ya kimimiz Irish Pub'a niyetlenip Praça do Comércio meydanının denize sıfır tarafında bira çekizlemeye gittik. İlerleyen saatte hostele dönerken mahallenin orada evsiz bir abinin bizden çakmak istemesi ile bir muhabbet başladı. Adının Eusebio olduğundan tam emin olmadığımız bu sevimli abimiz ile Portekizce - Türkçe muhabbete daldık. Kendisi İstanbul'a gelmiş, Mike Tyson'ın arkadaşı olmuş ve birçok spor dalı ile uğraşmış, çakmak derken hiç sırıtmadan söyleyen bi abimizdi. Çakmak diyorsa Paşalı da der diyerek hemen ilk katta yatan Paşalı'yı çağırmasını istedik, çağırdı, Paşalı cama çıktı. Kimimiz odalara dağılırken, kimimiz onunla muhabbete devam etti. Evsiz olması bizi üzdü, Reşo odaya alsak mı dedi ama en sonunda THY'den kaptığımız battaniyeleri ona verdik ve ayrıldık.


Cuma sabahı erken kalkmak istediğimi Haluk abiye söylemiştim. Haluk abi Avrupa deplasmanlarında (deplasmanlar derken 2. deplasmanımız!) en erken uyanır ve çevreyi bir dolaşır. Türkiye'de uyuruz, gelmişken sağı solu görelim der. Bu kez biz de erken kalktık ve merkeze indik. Deplasmanın en turistik kısmı Cuma günü oldu. Belem adındaki yere gidip buradaki  kaleyi ve etkileyici anıtları görerek, 1800'lü yıllarda açılmış ve dokusunu olduğunca koruyarak halen hizmet veren tarihi pastanede kahvaltımızı yapıp öğleni ettik. Daha sonra uygun fiyatlı Portekiz şarapları, hediyelik eşya vs. derken bir gece önce niyetlenip gidemediğimiz Irish Pub'a gittik. Guinness'ler masaya geldiğinde suratlarımızda güller açtı. Gayet uygun fiyata Guinness içip karnımızı doyurduktan sonra akşamüstüne doğru arabaları almak için hostele döndük. Tayfa toplanana kadar Hacıhüsrev tarzı mahalledeki hostelimizin hemen aşağı köşesindeki O das Joanas isimli küçük ve sevimli mahalle barında birer bira çekizleyerek sırasıyla Lizbon'un dışındaki Sintra ve Cascais isimli yerlere doğru yol aldık. Sintra doğal güzelliği ile bizi selamlarken, Cascais net ifade ile bir sayfiye yeriydi. Burada kimisi ayağımı Atlas Okyanusuna bi sokayım diye heveslenirken ben üşendim, kim kurutacak şimdi bu ayakları dedim ve bu güzel manzarayı izledim. Cascais'te artık akşam olmuştu, kimisi akşam yemeğine otururken biz Irish Pub'tan kalan doygunlukla Cascais'in şirin sokaklarını gezdik. Gezerken burada da bir Irish Pub karşımıza çıkınca dayanamadık birer Guinness daha içmezsek olmaz dedik. Biz ısmarlayacağız derken tecrübe konuştu ve Haluk abi ısmarladı. Cascais'teki son aksiyon buranın meşhur dondurmacısına uğrayarak oldu, tadına bakmadım ama herkes süper, müthiş dedi.



Artık öğlen 2'de kalkacak uçağa yetişmek için Bilbao'ya doğru yola çıkmak gerekiyordu. Portekiz saati ile (TSİ'ye karşı PSİ) gece 12'ye doğru yaklaşmıştık ve İspanya'ya doğru geçerken 1 saat kaybedeceğimizi düşünürsek yavaştan topuklamak icap ediyordu. Lizbon'a gidiş yolumuzdan farklı bir rota da olsa yine 1.000 km civarı bir yolu almak için arabalara geçtik. Vamos Bien, CK ve ÜNİFEB 4 araba ile twitter'daki (#) hashtag'lere inat o 1.000 km'de güzel takipleştik ve kopmadan Bilbao'ya sağ salim vardık. Vamos Bien ekibini Madrid - Lizbon arası gidişte ve bu tek kalem dönüşte Bilbao'ya sağ salim ulaştıran Giray'a buradan tekrar teşekkürler. Şehre vakitli vardık, arabalarla bir gezinti yaptık. Bilbao'nun meşhur Guggenheim Müzesini  dışarıdan gördük fakat çok istediğimiz San Mames'i ziyaret edemedik ki adını bilmediğim bir caddeden geçerken bir boşluktan kendisi bize göz kırptı ama takipleşmek kolay değildi, girişini kaçırdık ve en nihayetinde uzaklaşıp geri dönemedik. Canımız sağolsun.


Artık Bilbao havaalanından İstanbul'a, Kadıköy'e geri dönme vaktiydi. Umutlu ve inançlı gittiğimiz, Amsterdam final biletini almayı çok istediğimiz Benfica deplasmanından sonuç olarak üzgün döndük ama başımızı öne eğmeden! İyi ki gitmişiz ve bu üzüntüyü de beraber orada paylaşmışız, iyi ki Fenerbahçe'nin yanında olmuşuz diye geri döndük.

Bu uzun deplasman yolculuğunda hep beraber olduğumuz, birlikte hareket ettiğimiz tribünden omuzdaşlarımız CK ve ÜNİFEB'den dostlarımıza da bir kez daha teşekkürler. Nice Avrupa deplasmanlarına da hep beraber..


27 Aralık 2012 Perşembe

Halis Özkahya ve PFDK'ya Kaç Maç?


Mevzuyu biliyorsunuz ama bu sayfalara geri dönüp bakınca yazılı olarak ta hatırlamak adına kısaca bir özetlemek gerekirse;

Meireles ligin 16. haftasında deplasmanda oynanan Galatasaray derbisinin son 10 dakikasına girildiğinde hakem Halis Özkahya tarafından 2. sarı kartı görerek çift sarıdan kırmızı kart ile oyun dışında kalmıştı. Bana göre bu 2. sarı denilen kart ta sarı kart değildi yani olayın başı bana göre yanlış başlıyor ama sarı kart doğruydu diyenler için normal şekilde devam edelim.

Meireles gördüğü kırmızı kart sonrası önce Eboue'nin Halis Özkahya'yı alkışlamasına güzel bir refleks gösterdi ardından büyük bir isyan ile Halis Özkahya'nın yanı başında bitiverdi. Ona burada kibar halini yazacağım "yiyorsa aynısını GS'li futbolculara da verirsin" tarzı bir hareketi ve suratına çok yakın mesafeden sözleri oldu daha doğrusu küfürleri diyebiliriz. Suratına çok yakın ifadesini özellikle kullandım. Bu tek kamera açısından sadece küfür değil vurgulu bazı şeyler ifade ederken kafanın öne hamlesi ile tükürme gibi öne sürülecekti.

Meireles gördüğü bu kırmızı kart sonrası hareketlerinin doğal sonucu olarak PFDK'ya sevk edildi. Son derece tarafsız ve lobi, mobi nedir bilmeyen, hiçbir şeyden etkilenmeyen PFDK nedense o ana kadar gözlerimizin tek bir açıdan baktığı görüntülere göre Meireles'e 12 maç cezayı gönül rahatlığıyla verdi! Maçı izlediğimiz yöne doğru olan açıya göre Meireles'in Halis Özkahya'nın suratına çok yakın mesafeden tükürdüğü ihtimalini kabul etmemek imkansızdı! Lakin PFDK verdiği ceza kararını tek açıdan kamera görüntüsüne göre verirken çok rahattı! Nitekim 12 maçlık cezanın 1 maçlık kırmızı kart cezasını çıkarırsak kötü söz, hareket vs.nin yanına tükürme eylemini 8 maç ceza ile tamamlayan bir karardan bahsediyoruz.

Cezanın verildiği güne kadar tek açılı kamera görüntüsü ile yetinen futbol camiası nedense o ana kadar ortaya çıkmamış, çıkartılmamış karşı açıdan yani Meireles'in yüzünü ve ağzını görebildiğimiz görüntü ile tanıştı! Bu görüntü açısı PFDK karar verirken unutulmuştu!

Bunun ardından Fenerbahçe Spor Kulübü ve Meireles olmayan tükürüğün ispatı olan bu görüntü açısı ile Tahkim Kuruluna itiraz etti. Tahkim Kurulu önce yayıncı kuruluştan orijinal görüntü istedi, Salı günü derken bugün olmayan tükürüğü kabul edip kötü söz ve hareketi göz önünde bulundurarak Meireles'in 4 maç ceza almasına karar verdi.

Yapılmamış bir eylemi yapılmış gibi kamuoyu yaratıp önden 12 maç cezayı dayayan, algısını Fenerbahçe nefreti üzerinden kuran kitleleri buna inandıran ve şimdi yaptığı eylem kadar (toplamda 5 maç) ceza alan Meireles'in ve dolayısıyla Fenerbahçe'nin cezadan yırttığı intibası yaratanlara ne olacak?

Peki ya raporunda Meireles'in kendisine tükürdüğünü yazan / yazdırılan Halis Özkahya'ya ve gönül rahatlığı ile başka hiçbir kamera açısına ihtiyaç duymadan 12 maç ceza veren PFDK'ya ne olacak?

Onlara kaç maç ceza verilecek?

17 Aralık 2012 Pazartesi

Yalnızlık


Burayı pek yalnız bıraktım. Oysa ki, geride kalan 1 ayda hayatımda bir ilk olan Avrupa deplasmanına dair yaşadıklarım, anılarım ve buranın rutinine dair yazacak pek çok şey varken zaman yaratamadım. Sıklıkla yazı girilmeyen bir blog olsa da kara deryalarda bir fenersin bu kadar yalnız kalmayı hak etmiyor sanırım. 1 aylık aradan sonra dönüşü de deplasmanda kaybettiğimiz Galatasaray derbisi ile yapıyorum! Başkaları kazanınca geri geldi demesin, siz beni bilirsiniz..

Öncelikle maç öncesinden gireyim. Derbi öncesi hafta içinde oynanan Türkiye Kupası 5. tur maçlarında Galatasaray'ın kendi evinde 1461 Trabzon'a karşı kaybedip elenmesi rakibin aldığı fiyasko kategorisine giren sonuç nedeniyle beni keyiflendirse de öte yandan kendime has bir inanç olan rakibin bizimle oynayacağı maç öncesi bu şekil bir yenilgisini sevmemem dolayısıyla da beni düşünmeye sevk etti. Kötü düşünceden uzak durmayı tercih edip, oğlum ne garip batıl inançların var dedim ve bunu eşle dostla sohbetlerde paylaşmak haricinde düşünmek istemedim. Biz de aynı turda Göztepe'yi ayarlı bir rotasyon sonucu farklı geçmiş, bu da takım için özellikle düzenli oynamayanlar için iyi bir performans maçı olmuştu.

Deplasman yasağı devam ediyordu. Yönetenler başka türlü çözemiyorlar, yasakla çözdüklerini sanıyorlar! Deplasman yasağının çıktığı ilk günden beri bu yasağa isyan eden tek tribün olan Fenerbahçe tribünü bu uygulamaya karşı muhalif tavrını sürdürdü. Kararı onlar verdiler, biz deplasmanda takımımıza destek olabilme hakkımızın gasp edilmesine isyan ettik!

Maça gelelim. Sonda söylenebilecek şeyi başta söyleyeyim, yazık bir şekilde maçı kaybettik. Galatasaray'ın ev sahibi olma avantajından kaynaklanan bir ağır basabilir ihtimali vardı, o da olmadı. Gayet ortada, kalecilerin akılda kalıcı kurtardığı pozisyonu olmayan, tamamen dengeli bir deplasman oyunu oynadığımız maçı 2-1 kaybettik. Duran toplardan yenilen 2 gol. İlki Bekir'in kafasından kendi kalemize, diğeri baraj ve yer tutma konusunda kararsız kalan Volkan'ın da hata payı ile Selçuk İnan frikiğinden. Öte yandan tek golü Arena'da yine bir sol bek ile bulduk. Hasan Ali, Galatasaray savunmasının kötü uzaklaştırdığı topu sağ ayağıyla çok düzgün bir şutla skor yaptı. Fakat hücum anlamında pek pozisyon üretemediğimiz bir derbiyi geride bıraktığımızı söylemek gerek. Maçı Galatasaray da oynayamadı ama biz de her ne kadar deplasman takımı da olsak oynayamadık. Zaten maçı kazanmaktan değil berabere bitecek bir oyun varken kaybetmekten dem vuruyorum. Maçı kazanabilecek hücum üretkenliğimiz yoktu.

Tam da burada Aykut hocanın sahaya sürdüğü takım sistemi üzerinden bir eleştiri getirmek isterim. Bu sistem aslında uzun yıllar Alex ile oynadığımız sistemde olduğu gibi tek forvetle oynanan sistem. Özellikle sağ ve sol kanatlardan ve biraz da ortadaki üçlüden daha fazla birisinin ortadaki tek forveti beslediği veya desteklediği bir sistem. Ancak ileride merkezde oynayan Sow bu düzende çok yalnız kalıyor. Dün özelinde Kuyt ve Caner ona o yalnızlığını hissettirmeyecek bir düzen içerisinde değillerdi. Aykut hocanın 4-3-3 benzeri (kimisi eski 4-2-3-1 diyor) bu sistemdeki hücum etkisizliğimizi gördüğünü biliyorum. Takımın potansiyeli var ama sanki bu düzen ile hep bir yerde tıkanıyoruz. Bugün sosyal medyada 4-4-2 denemeliyiz derken (aslında şu rakamların bir anlamı yok) tek derdim fişek Sow'un ilerideki yalnızlığının giderilmesiydi. Kurban olduğum hocama diyorum ki Sow'u Kuyt ile çift forvet yapalım, hem rakip savunma biraz daha görev dağılımı peşinde koşsun, hem de kanatlardan yardırabilecek mevcut kadrodaki potansiyel oyuncuları kullanalım. Bu düzende isimleri değiştirerek farklı 11'ler ortaya sürülebilir. Kadro yapımız buna müsait ve daha etkin bir hücum için bunu denemenin bize yarar getireceğini düşünüyorum.

Önümüzde ligin ilk yarısının kapanacağı hafta Kadıköy'de Karabük mücadelesi hatta ondan önce kupa çeyrek final grubunun ilk maçında Sivas mücadelesi var. Bu 2 maçı geçip devre arası aslında çok ta uzun olmayan, kupa maçları ile doldurulmuş arada çalışalım, deneyelim. O yalnızlığı yok edelim! Aykut hocanın futbol aklına güveniyorum.

13 Kasım 2012 Salı

Daha İyi


Geçen sezonun final maçından kalan, muktedirin sebep olduğu ama aralarından bir kişinin bile ceza almadığı, tüm hesabın o gece canını zor kurtaran taraftara kesildiği, hiç hak etmediğimiz ceza bitti! Avrupa kupasında oynanan 4 maç dışında ligde sezonun 11. haftasına gelmişken takımımıza destek olabilmek için nihayet tribünde yer alabildik!

Maça iyi başladık; medyanın limitsiz yalanları arasından çıkardığı Sow'un sakatlığı, yalanın üretildiği tarihten itibaren Sow'un hanesine gol olarak dönmüş durumda. Kuyt'tan aldığı pas ile sol çapraza akan ve akarken zor pozisyonda vuran Sow maçın başında skoru lehimize çevirdi. Ardından hastası olduğum çalışılmış şutlar Orduspor kalesine doğru yönelmeye başladı.

Stoch vurdu direkten döndü, Meireles vurdu üstten az farkla kaçtı, Stoch yine vurdu ama sıyırdı, Mehmet Topal vurdu kaleci son anda kurtardı, Cristian vurdu hem direkten döndü hem direğin yanından az farkla dışarı çıktı ve arada kesin sert ve düzgün şutlar vardı ama aklımda kalanları yazabildim! Fenerbahçe'nin bir maç içine sığabilecek olan ortalamadan daha fazla düzgün ve sert şutu rakip kaleye vurduğunu söylersem abartmamış olurum. Direklerden dönen şutlar demişken de geçen twitter'da Fstats Analiz hesabından atılan bir tivit aynen şöyle diyordu: "Süper Lig'de bu sezon 11. hafta geride kalırken şutları en çok direkten dönen takım Fenerbahçe oldu (8 kez)

Oyunun geneline dönersek, benim açımdan gayet iyi bir performans söz konusu. Sakatların takıma dönmesi, Alex sonrası yeni oyun düzenine adaptasyon ve sahada bu şartları gözeterek gayet iyi bir performans var. Ligde maç öncesi konumda puan olarak üzerimizde bulunan, Galatasaray'ı 2-0 yenmiş ve Cuper ile bir seviye yakalamış Orduspor karşısında kazanırken iyi oyun, rakip kaleyi fazlasıyla tehdit eden şutlar ve kaçan pozisyonlar. Stoch'ta bir kıpırdanma var ki burada Aykut hocanın ısrarı ve onu kazanmak istemesi önemli bir detay. Kötü serinin en sonunda Akhisar deplasmanında yine kötü oynamasına rağmen AEL ve Orduspor maçlarında yeniden oyuna sürmesi önemli, Stoch ta bunun farkında ve daha iyi gözüktü. Sezer'in yeni düzende rotasyonda olması beni çok memnun ediyor, attığı gol çok güzel, Sezer böyle goller atar! Takımın onun sevincini paylaşması da ayrı bir güzel!

Sow değişik bir insan, seviyorum. Aykut hocanın bu tip transferlerini seviyorum. Tam bir fişek! Devamlılığı bizim için büyük kazanç, rakipler için tehdit!

Ordu maçını katarak sert bir seriye girdiğimizi not etmiştim son yazıda. Şimdi seri giderek zorlaşıyor, önce Eskişehir deplasmanı, ardından Marsilya deplasmanı (bunun için heyecan!) ve peşinden Kadıköy'de Gençlerbirliği mücadelesi. Devamı var ama burada kestim. Şu pis ve sert seriden minimum kayıpla çıkalım, sonrasına bakar ve konuşuruz.

9 Kasım 2012 Cuma

Kapıyı Araladık!


UEFA Avrupa Ligi 4. maç haftasında AEL Limassol'ü Kadıköy'de Kuyt ve Sow'un şık golleri ile 2-0 mağlup edip gruptan çıkmak adına kapıyı oldukça araladık! Aslında yazıya oldu bu iş gibi bir başlık atmak isterdim lakin grup maçlarının tamamlanmasına 2 maç kala kötü senaryo adına hafif açık bir durum halen mevcut. Geride kalan 4 maç sonunda 10 puanla lideriz ve grubun doğal favorisi Marsilya ile gruptan çıkmak için çekişiriz dediğimiz Mönchengladbach'a 5 puan fark yapmış durumdayız.

Sıradaki maç haftasında çıkacağımız Marsilya deplasmanı rakibin son şansını kullanmak zorunda olduğu bir maç konumuna gelmiş durumda. Dün akşam Mönchengladbach ile son dakikada yediği gol ile 2-2 berabere kalan Marsilya gruptan çıkmak için kazanmak mecburiyetinde, en azından şansını kendi belirleme opsiyonunu elinde bulundurmak istiyorsa bu şart! Fenerbahçe penceresinden ise Marsilya deplasmanı bu açıdan oldukça zor bir deplasman haline gelmiş durumda (şartlar başka türlü de olsa Marsilya zaten her daim zor bir deplasman!) fakat diğer taraftan Marsilya'dan alınacak 1 puan bile aralanan kapıdan geçip, mevzuyu bitirmek demek. Maçın iki taraf adına bu hale gelmesi beni ayrıca heyecanlandırmakta, konuyu biliyorsunuz, vamos deplase!

Dün akşamki oyuna kısa bir bakarsak; vasat diyebileceğimiz, oyunu geliştirmek için belli bir boşluğun olduğu ama temiz bir galibiyete yetecek performansı görebildiğimiz bir maç diyebiliriz. Geride kalan son 1 aya baktığımızda takım için önemli isimlerin yokluğunda ve Alex'in ayrılışı ardından bambaşka bir düzende oynadığımızı gözeterek yorum yapmaktan yanayım. Zor bir taktik ama bu taktiğe yatkın isimlerin olduğu bir kadroya sahibiz, zamanla oyunun gelişmesi, daha efektif hale gelmesi için biraz zamana ihtiyaç var lakin şartlar (sakatlıklar) bizi çok zorladı diye düşünüyorum.

Pazar günü Kadıköy'de Orduspor maçı ile başlayan sert bir seriye giriyoruz.

Aykut hocaya ve takıma güveniyorum.

27 Ekim 2012 Cumartesi

Daimi Memnuniyetsizlik!


Avrupa Ligi 3. maç haftasında AEL Limassol deplasmanında vasat bir oyunla, rakibe de hatırı sayılır pozisyonlar vererek, Volkan'ın önemli kurtarışlar yaptığı mücadeleden 1-0 galip ayrıldık. Özellikle ilk yarısında daha kötü olduğumuz ancak 2.yarıda pozisyonlar yaratarak rakip kalede daha etkin olduğumuz deplasmanı Egemen'in kafa golü ile kazandık ve grubun diğer maçında Mönchengladbach'ın Marsilya'yı evinde 2-0 yenmesi sonucunda 7 puan ile liderliğe yükseldik.

İlk paragrafta takımın vasatlığına dair eleştiriyi okudunuz. Bu Fenerbahçe'nin kendisinden daha zayıf AEL karşısında deplasmanda da olsa daha pozitif bir oyun beklentisi açısından normal bir eleştiri. Fakat günümüzün kendini futbol yorumları açısından "en özgürce" ifade etme platformu twitter'da muazzam bir memnuniyetsizlik mevcut. Muhtemelen hayatlarında da mutlu olamayan mutsuz insanlar tepkilerini de bu mutsuzlukları oranında veriyorlar ve mutlu olamamanın kısır döngüsü içerisinde daimi memnuniyetsizliklerine devam etmeyi tercih ediyorlar.

Grubun 3 maç sonundaki durumuna dönersek, aynı maçlar bu kez Kadıköy ve Marsilya'da oynanacak. Fenerbahçe'nin bir kez daha kazanması ve Marsilya'daki maçın lehimize olabilecek skoru ile son 2 haftaya belirli bir mesafe katederek çıkacağımız ortada. Takımın önemli oyuncularının sakatlıkları ile geçen bu dönemde kazanmayı bilmek iyidir, oyunu daha ileriye taşıyacak potansiyel zaten elimizde!

21 Ekim 2012 Pazar

Milli Maç Arası


Yine iyi gelmeyen kötü bir ara. Sıkıntılı bir dönemden geçerken alınan 2 kritik galibiyet ile milli maç arasına girerken bunun o an için nefes almaya, bir soluklanmaya fırsat vereceğini düşünmüştüm. Hepsi milli takımlarda gelişen fazla sayıda sakatlık ve bunun yaratacağı eksik kalma durumu hesapta yoktu.

Dün akşam Bursa deplasmanına direkt ilk 11 oynayan 5 önemli eksikle çıktık. Sahaya 11 kişi çıkıyorsunuz klişesi yerinde dursun bu sıradan bir sakatlık sayısı değildi. Hatta 5 eksik dedim ilk 11 için, 6. eksik Orhan Şam da sağ bek oynaması açısından Gökhan Gönül'ün yerini dolduramadı. Yine uzun süredir sakatlıklar ile boğuşan Serdar Kesimal aylar sonra ilk 11'de ve söz konusu sağ bek pozisyonunda başladı. Bursa'nın baskılı başladığı maçın başlarında sağdan kesilen ortayı yanında rahatsız eden Bursa hücumcusu yokken pek düzgün bir vuruşla kendi kalemize yolladı. Bu kadar süre oynamadıktan sonra çok moral bozan bir durum.

Fenerbahçe kendi kalesine attığı golün ardından toparladı, Krasic'in sağdan ortasında İbrahim'in markajından sıyrılıp çapraza doğru düzgün bir şekilde kafayı vuran Sow skora dengeyi getirdi. Takım golün moraliyle ilk yarı sonuna kadar öne geçecek baskıyı da kurdu ama başarılı olamadı. 2. devre başında Krasic çıktı Stoch girdi ama pek yarar sağlamadı, Bursa'nın kalemizi tehdit eden pozisyonları oldu, Volkan iyiydi. Kulübede gençler var, erken Stoch hamlesi dışında Aykut hoca beklemeyi tercih etti. Sona doğru Sezer ve Semih girdiler ama süre çok azdı, maç 1-1 bitti.

Hoca da demiş sakatlar, eksikler vs. ama nerede olursa, ne şartta olursa olsun puan kaybı kayıptır. Bursa gibi her zaman zor olan deplasmanlarda bazen tam kadro çıksanız dahi kazanamayabilir hatta sahadan mağlup ayrılabilirsiniz. Şampiyonluk mücadelesi böyle sürüyor. Bazen içeride beklenmedik bir kayıp, bazen zor deplasmanda kayıp veya galibiyet, belki alınan 1 puanlar ile...Geride kalan 8 lig haftasında 3 galibiyet ortalamanın altında, bunu kabul edelim ama ligin gidişatı da enseyi karartmaya gerek yok diyor.

Sırada perşembe akşamı Avrupa Ligi'nde oynanacak AEL Limassol deplasmanı var. Aynı anda oynanacak Mönchengladbach - Marsilya maçını düşününce kazanmanın gruptan çıkmak adına fark yaratacağı bir maç oynayacağız. Ortam zor olacaktır ama aydınlatacak potansiyel ortada. Sakatlardan bazılarının geri döneceğini ve galibiyetle Kadıköy'e dönmeyi umuyorum.

9 Ekim 2012 Salı

Nefes Alarak


Alex ayrılığı depremi ve artçıları devam ederken çıkılan Mönchengladbach deplasman galibiyeti ardından 3 gün sonra Beşiktaş derbisi. Oyun yine iyi, skor gayet iyi, 3-0. Goller Sow (geçen sezon GS'ye attığının biraz daha yumuşağı), Gökhan Gönül (2)

Yeni bir düzen var, daha çok basan ve koşan, rakip savunmanın kafasını karıştıran bir durum var. Böyle bir ortamda bundan daha iyisini yapamazdık ve en iyiyi yaptık! Aksi skorlar ve tam tersi durumda içine sokulacağımız durumu biliyorsunuz. Bunu dışarısı kadar içeriden de yapacaklardı. Ne kadar acı değil mi? Neyse, o fırsatı vermeyen tüm herkes, bu anlık eşiği geçmek konusunda önemli bir iş başardı!

15 günlük milli maç arasına çok moralli girdik. Devamı yine zor, bildiğiniz Fenerbahçe zorluğu! Ancak takım kara deryaları aydınlatacak o ışığı verdi, bunu gördük!

5 Ekim 2012 Cuma

Çok İhtiyaç Varken


Tam zamanında kazandı Fenerbahçe. Karanlıkların içinden aydınlığa doğru bir adım attı. Kolay değildi, geride kalan maçlarda skorlar da oyun da kötüydü. Durum vasat ile kötü arasına sıkışmışken, bunların üstüne herkesi üzen, sonu böyle olmamalıydı dediğimiz Alex ayrılığı ve hatta bunun camia içinde yarattığı kutuplaşma ile çıktık Mönchengladbach deplasmanına. Sırtımızda Alex'in kopuşunun tarifsiz gerginliği ile..

Alex canımız, ciğerimiz, Fenerbahçe efsaneleri arasındaki yerini çoktan aldı. Bu konuda başka bir yazı yazabilir miyim bilemiyorum ama bu son ile çok üzüldüğümü ve Alex'i gelinen bu sonda hatalı bulduğumu söylemek isterim. Aykut hoca'nın önümüzdeki sezondan itibaren Alex'sizliğe kademeli geçiş için kafasındakileri gerçeğe dökemeden böyle bir sona kendi kontrolünün dışında geldiğini düşünüyorum. Hoca'nın bu kendi dışındaki kontrolü tahmin edersiniz: Aziz Yıldırım. Nitekim kıskançlık tiviti, Sivas deplasmanında yüzüne bakmama, hocanın heykel açılışına katılmasına rağmen tavrını değiştirmeyen Alex'e hocanın değil başkanın "yeter artık" dediği aşikar. Üzüldüm, 8,5 sezonun sonu böyle olamazdı, olmamalıydı! Uzatmayayım, çok kırgınım ve hatalı buluyorum. Aziz Yıldırım'ı da öyle. Aykut hoca da Fenerbahçe için art niyetsiz düşündüğü birşeyi yapamadı. Yapamaz, çünkü burası Türkiye. Bakış açısı Alex ayrılınca bakarız, varken hep oynasın, sakat değilse hem de 90 dk, oyundan da çıkmasın!

Neyse maça dönmek gerek, bu yeni düzene alışmak gerek! Kuyt - Sow forvetine fişek diyoruz aramızda. Alex'in olmadığı bu düzende rakip defansların kafasını karıştıracak bu fişek hattı, sürekli yer değiştiriyorlar, rakibi şaşırtıyorlar. Dün maça iyi başlamamıza rağmen 1-0 geriye düştük. İşler bu kadar kötü giderken üstüne deplasmanda mağlup duruma düşmek hiç iyi değildi lakin bu kez tersi oldu ve Fenerbahçe ayaklandı! Cristian'ın frikiği ardından devreye girmeye yakın Meireles'in cetvelle çizdiği düzgünlükte şutu ile skoru lehine çevirmeye başardı. Takım mükemmel değil ama içinde bulunduğu şartlara göre ortalamanın üzerinde iyi bir oyunla kapattı ilk devreyi. Maç öncesi yenilmememiz gerektiğini en az 1 puanla Kadıköy'e dönmek gerektiğini düşünür ve isterken ilk devreye bakıp buradan 3 puanı koparmanın çok önemli olduğunu düşünmeye başlamıştım.

2. yarıya da pas trafiğini iyi kullanarak, topu ayağımızda tutma niyeti ve becerisi ile başladık. Skor 2-1 lehimize iken hücuma çıkışta yapılan hata ve garip bir boş koridor zaafı ile karşı karşıya pozisyonda Volkan çok kritik bir top çıkardı. Bu pozisyonun biraz sonrasında yine ceza sahasında fena bir pozisyon önce Volkan ardından Gökhan Gönül ile savuşturuldu. Bu topların kalesine girmesine izin vermeyen Fenerbahçe Mehmet Topal'ın Caner'i sol arkaya kaçırdığı, Caner'in de güzel ortasına Kuyt'ın tek güzel vuruşu ile skoru 1-3 yaptı. Tam iş bitti, deplasmanda 3 puan geliyor derken Mönchengladbach çok erken bir cevap verdi. Savunma hata yaptı, rakip te kendi hücumunun solundan gelen ortaya tek vuruşla gol yaptı. Yenen bu gol sonrası biraz tedirgin ama nedense günün geneline bakınca görece iyi bir Fenerbahçe'nin verdiği güvenle bakıyordum maça. Bol pasa, ayağa pasa devam ettik. Rakibe baskı kurmaya çalıştık ve kurduk. Hatta bu baskının devamında Gökhan Gönül'ün orta alanda kaptığı topu Krasic-Kuyt ve Cristian sırasıyla Mönchengladbach kalesine 4. kere yolladığımızda dünyalar bizim oldu.

Bu kadar zor ve açıkçası kötü psikoloji ile çıktığımız Almanya deplasmanından 3 puan ve tekrar edeyim görece iyi oyun ve mücadele ile Kadıköy'e dönmek çok büyük ve kritik bir iş! Yazının başında da dediğim gibi karanlıktan aydınlığa bir adım attık ama sadece bir adım! Kaybedince tek bir suçlunun belirlendiği, bu tip kazanımlarda o suçlunun adının pozitif anlamda geçmediği bir yorumlama şekliyle devam ediyoruz hayatımıza. Dinlenmek için pek fazla zaman yok, pazar akşamı Kadıköy'de kadın ve çocukların tribünde olacağı maçta Beşiktaş derbisi var. Skor olumlu olursa 15 günlük milli maç arasına büyük bir soluk alarak gireceğiz lakin olumsuz olursa tek suçlu var, orada sizi bekliyor!

23 Eylül 2012 Pazar

Marsilya'ya Yakalanmak


Tek başına yukarıdaki insanın hatası değil. Onun da hatası var, daha önceden de vardı, bundan sonra da olacaktır. Lakin sorun hep bir yere odaklanmaktan kaynaklı bana göre. Genele bir bakış yok, istenen olmadı mı sadece tek bir kişi hatalı onun da ötesinde suçlu! Sahadaki teknik taktiği yönlendirenin teknik direktör olduğu fakat işi bitirenin veya bitiremeyenin futbolcular olduğu bir oyundan bahsediyoruz.

Futbolu skorlara göre yorumluyor, teknik-taktik hataları buna göre eleştiriyoruz. Bunu Marsilya maçı için söylemediğimin altını çizmek isterim. İlk 11 tercihleri, oyuncu değişiklikleri, maça dair anlık geliştirilen refleksler sonuç iyi olursa tamam, kötü olursa çok fena!

Aykut hoca'nın Marsilya maçında hatalı olduğunu düşünüyorum hani yazıyı okuyanlar çok sevdiğim için hocayı koruduğumu sanıp önyargılı olmasınlar. Benim derdim bu oyunun sadece hocanın kenardan dedikleri ile bitmediği, futbolcunun da bu oyunun müsaadenizle en önemli parçası olduğudur. Hoca Alex'i çıkarıp Cristian'ı oyuna alıyorsa futbolcular yani takım hoca bize kapanın, yarı sahayı geçmeyin mesajı olarak algılamamalı. Hocanın tercihi yanlış ama takımın bu refleksi de yanlış.

Marsilya'ya karşı 2-0'dan 82 ve 90+4 son saniye golleri ile 2-2'ye yakalanmak çok üzücü oldu. Bu beraberinde yorumların da şiddetini getirdi. Yoksa başka bir skor gelişimi ve son 20 dk. geriye yaslanmanın yaşanmadığı bir oyunda Marsilya ile 2-2 berabere kalmanın gayet normal olduğunu düşünüyorum.

Gruptan çıkmaya dair herşey ortada, sıradaki Mönchengladbach ve AEL deplasmanlarından alınacak skorlar önümüzü görmek konusunda belirleyici olacaktır.

26 Ağustos 2012 Pazar

Dertler Bitmez!


Dün akşam ligin 2. haftasında Kadıköy'de Gaziantepspor ile karşılaştık. Cezalı olduğumuz için sadece kadın ve çocukların tribünde olduğu bir başka maç lakin aynı zamanda uzun süredir konuşulan, karşılıklı hataların olduğu ve önlemi yönetimsel düzeyde alınmamış Aykut Kocaman - Alex gerginliğinin maç öncesi kamuoyuna en net yansıdığı bir ortam mevcut.

Aykut Kocaman ile Alex arasındaki adını tam olarak koyamadığım ama genel bir ifade ile gerginlik dediğimiz durum konusunda son gelinen durum oldukça can sıkıcı. Taraftar kendi arasında bir tercih yapmak ve adeta zorunlu bir şekilde haklı-haksız durumunu ortaya koymak adına kutuplaşmış durumda. Herkesin bir fikri olacaktır mutlaka ve bu fikirler uyuşmak zorunda değil. Benim de bu konuda fikirlerim var ancak bunlar kendi fikirlerimdir ve kimseye dayatmak gibi bir amacım asla olmayacağı gibi pek tabii mutlak doğruları göstermeyebilir.

Bu gerginliğin öncesi de var diye biliyoruz ama bu denli aleni bir hal alması geride bıraktığımız hafta içi oynanan Şampiyonlar Ligi play-off turu ilk maçında Alex'in Aykut Kocaman tarafından yedek bırakılması ardından sosyal medyayı bana göre çok yanlış kullanması ile oluştu. Bana göre kaptanın Aykut hoca tarafından Spartak Moskova karşısında ilk 11 başlamaması doğru karardı. O maç özelinde doğru olduğunu düşünüyorum. Buraya hemen tekrar iliştirmek isterim ki bu Alex'in geçen sezonun Galatasaray ile oynanan lig finalindeki sakatlığının henüz tam geçmemesi detayı ile ilk 11 başlamadığı maçı ayrı tutarak yedek kulübesinde başladığı 2. maç olarak aklımda (ilk sezon ligdeki Trabzon deplasmanı ve bu son Spartak Moskova deplasmanı dışında sakatlık-ceza durumu yokken Alex hep ilk 11 başladı). Dolayısıyla nadirden de az gerçekleşen bir duruma Alex'in fazla kötümser bir reaksiyonu günümüzün en tehlikeli kitle iletişim mecrası haline gelen twitter üzerinden verdiğini düşünüyorum. Bu benim açımdan kaptanın net yanlışıdır. Aykut hoca'nın Alex'i Gaziantep maçı kadrosuna almamasına birebir etkendir diye düşünüyorum. "Kıskançlık" kelimesi bu gerginlikte hiç ama hiç olmayacak, fazlasıyla yanlış bir argümandır. Üzüldüm halen de üzgünüm durumun bu kelimeye indirgenmesine.


Sonrası dün akşam Gaziantepspor maçında yaşadıklarımız. Maçı yazamıyorum aslında galibiyete çok ihtiyacımızın olduğu ve sonunda 3-0 kazandığımız maçla ilgili bir şeyler karalamak isterdim. Mehmet Topal, Sow ve yine Kuyt'ın golleriyle nefes aldık! Ancak nefes alırken yine dertlendik ve aldığımız o nefes adeta bir efkar nefesi gibi oldu. Maçı 1-0 önde götürdüğümüz sırada dakikalar sanırım 70 civarı, tribünlerden "Aykut söyle, Alex nerede" diye bir tezahürat mı desem tezahürat böyle olmaz da bir slogan başladı ve giderek büyüdü. Fenerbahçe'yi izlemek ve destek vermek için tribüne gelen kadın ve çocukların iyi niyetinden, saflığından yararlanıldığını düşünüyorum. Kendiliğinden gelişen, spontane bir durum olmadığını ve bariz bir art niyetle insanların kullanıldığı fikrindeyim.

Ardından başkan Aziz Yıldırım'ın mikrofonu kapıp bu duruma el atması. Bu da ilk anda doğru gibi gelse de hoşuma gitmedi ama insanların hür iradesi ile bir fikir beyan ettiklerini düşünmediğim için Aziz Yıldırım'ı da düşünerek şaşırmadığımı belirteyim. Keşke olmasaydı ama sloganın gelişimini ve başındaki durumun daha kötü olduğunu düşünüyorum.

Maalesef bir kutuplaşma var. Birisi haklı, ötekisi haksız anketleri yapılıyor ama maalesef buna Fenerbahçe taraftarı ortam hazırlıyor. Medya bu durumu affeder mi? Twitter'da kan gövdeyi götürüyor, benim dediğim doğru, öyle değil böyle olmalıydı derken araya sıkıştırılan hakaretler var. Şurası da açık; Alex hatalı diyen kimse Alex'e hakaret etmiyor, etmesin de zaten ama Aykut Kocaman hatalı diyenler argümanlarına fazlasıyla kötü ifadeler de ekliyor. Bu duruma da fazlasıyla kızgınım ve dertliyim.

Şimdi sırada çarşamba oynanacak Spartak Moskova rövanşı var. Turu geçmeye yetecek skoru alırsak ne ala, aksi durumda dertler bitmez!

22 Ağustos 2012 Çarşamba

2. Gol?


Zor günlerin içinden geçiyoruz, geçmeye çalışıyoruz. Aslında bu günleri zorlaştıran şeyler var, ben onları sevmiyorum. Beni bilen sizler de bunların neler olduğunu biliyorsunuz. Bu tip dönemlerde en çok ihtiyaç duyulan şey sahada alınan sonuçtur. Kazanırsan üzerine yönelmiş oklar yaylarında gergin halde beklerler, en azından ilk kötü sonuca kadar yaylarından fırlamazlar! Fenerbahçe'nin de sahadan pozitif sonucu çekip alması bu dönemin en gerekli gerçeği!

Dün akşam Moskova'da Şampiyonlar Ligi gruplarına kalabilmek için son engel olan Spartak Moskova karşısına çıktık. Açıkçası ben maç öncesi hislerimde geride kalan 4 resmi maçı düşünerek buradan pozitif bir sonuç ile Kadıköy'e döneceğimizi düşünüyordum. Olmadı, meşhur operasyon sonrası koptuğumuz! ve rakibimiz olan Emenike'nin golüne Kuyt ile karşılık vermemize rağmen canımı sıkan o 2. gole engel olamadık ve Kombarov'un sayısı ile 2-1 kaybettik. Ben çocukken deplasmanda alınan tek farklı gollü yenilgilerin çok ayrı bir önemi vardı ve eğer olursa bu tip yenilgilere çok üzülmez, rövanşa umutla bakardık.

Bugün kağıt üstünde hala deplasmanda atılan golün önemi var lakin ben artık en kötü beraberlik hatta kazanacağımıza dair düşüncelere kapılmaktan mıdır nedir o 2. gole çok bozuldum. Bir kere golün oluşumu da kötü, önceki yazılarda arada vurgu yapmaya çalıştığım "kötü goller yiyoruz"un devamı gibiydi. Kombarov kornerden gelen topa gelişine vuruyor, ayağına oturmasını falan geçtim o topa öyle rahat vurdurmamak veya hiç vurdurmamak gerek! Kombarov'un vurduğu yere en yakındaki adamımız da Kuyt, saygıyla selamlıyorum. İnanılmaz efektif oynuyor, müthiş çalışkan, tam bir working class hero! Buraya sıkıştırmakta sakıncası yok, geçen sezon Liverpool'da 2 gol atması üzerine Muslera da (o penaltının atılmasından rahatsızlık duymadan) 1 gol attı diye müthiş espri yapanlara 5 resmi maçta 5 gol ile adeta biz ayrı dünyaların insanlarıyız diyor.

Beni tedirgin eden skora döneyim. Öncelikle Fenerbahçe ile ilgili hiç kötümser olmadım, kötü giden birşeyler varsa bile bunu eşimle dostumla dertleşerek yaptım, eskiden twitter da yoktu, aramızda hallediyorduk! Şimdi yine kötümser değilim lakin bize yetecek o klasik 1-0'da tur atlıyoruz gerçeğine inanamıyorum. Öyle bir dünya yok gibi geliyor bana, gerçi bir yandan da böyle olmaz denilen durumlarda gerçekleşen şeyler aklıma geliyor. Tur Kadıköy'e kaldığı için ortada gibi de olsa kazanmak zorunluluğumuz gerçeğiyle % 45 - 55 aleyhimize bir durum olduğunu düşünüyorum (isteyen % 40 - 60 veya daha da kötüleştirebilir). Sonuna kadar kovalayacağız!

Son olarak Aykut Kocaman! Dün akşam sahaya çıkardığı ilk 11 ile ilgili bana göre hiçbir sıkıntı yok. Biz bu yollardan çok geçtik, o istenilen ilk 11 her neyse, alınan skor 2-1değil 3-1 olsa o istenen ilk 11 itin pardon yerin dibine sokulacaktı. Hoca Spartak Moskova ile kora kor mücadele olacağını kestirmiş ve doğru oyuncular ile bu mücadeleye ortak olmayı planlamış. Takım bana göre dün akşam kora kor mücadele etti, hücumda kadro yapısı nedeniyle yeteri kadar üretken olamadı ve maalesef hala kolay goller yiyor.

Şu aralar biraz acı çekiyoruz ama bu günler de geçecek. Hayatta da böyle değil mi? Bazı doğruları acı çekerek öğreniyoruz. Biz Fenerbahçe'yiz, onu yeneriz, bunu yeneriz ile olmuyor bu işler. Sabredin, takımın başındaki insanın değerini gidince aramayın!

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Beraberlik


Lig'in ilk haftasında oynayacağımız Elazığspor maçının Elazığ'daki saha bakım çalışmalarının tamamlanmaması nedeniyle İzmir'de oynanacağı açıklandıktan sonra sıra İzmir'e gitmeyi çok isteyen bizler için organize olmaya gelmişti. Maçın bayram arifesine denk gelmesi, bayramla birleştirilen tatiller gibi hayatın başka dinamikleri mevcut ancak öte yandan Fenerbahçe'sinin yanında olabilmek, takımını yalnız bırakmama isteği ile bunları yok sayan kocaman bir tutku!

Maçın öncesindeki hafta içi ilk engel Elazığspor yönetiminin açıkladığı bilet fiyatları oluyordu. Taraftarın takımının yanında olabilmek adına yansıttığı o saf ve iyi niyeti sömüren bilet fiyatlarını Fenerbahçe tribün grupları ortak bir hareketle protesto ediyor, bilet fiyatları aşağı çekilmez ise maça gelmeyeceğini bildiriyor ve bu ortak protesto ardından bilet fiyatları aşağı çekiliyordu. Bu protesto muhalif tribün algısının yanlışlığı yanında gerçekten muhalif tavrın elde edebildiği bir sonuç açısından tarihteki yerini alıyordu.

Bilet fiyatlarını aşağı çekmiştik ama İzmir'e gitmek için organize olmak kolay değildi. İlk paragrafta saydığım nedenler etkiliydi fakat yine de İzmir'e gitmek isteyen güzel Vamos Bien insanları vardı. Kimisinin yaşı küçük, kimisinin ilk deplasmanı, kimisi bu yolları çok gidip gelmiş...Önemli olan yola çıkabilmek ve onun öncesinde gösterilen çabadır.

Ve Cuma gecesi Kadıköy Evlendirme Dairesi'nin karşısından bindiğimiz minibüsümüz ile İzmir yollarına düştük. İstanbul'dan Türkiye'nin çeşitli yerlerine bayram ziyaretlerine memleketlerine veya tatile giden halk ile o büyük sabır gerektiren trafiğin içine daldık. Sıkışmış trafik içinde hiç te sıkılmış değildik, yola çıktığımız minibüsümüz içerisindeki o samimi ortam, evde yapılmış poğaçalar, kekler ve Fenerbahçe'ye doğru gittiğini bilmek çok güzeldi. Şarkılar, türküler, aşılan her bir kilometre ile yerini yeni bir Vamos Bien bestesine bırakacaktı.

Ercan çoğu kişinin bilmediği o güzel sesi ile söyledi Kızılırmak'tan konfeksiyoncuları...bizler onu dinledik, sonra eşlik ettik, hep beraber söyledik. Hayatımızda çok önemli bir yeri olan Fenerbahçe'ye ve tribüne uyarlamak kaçınılmazdı. Herkes birşeyler kattı ve yeni bir yol bestesi çıktı. Yakında dinleyeceksiniz...

İzmir'e vardık ve Vamos Bien'in İzmir'de yaşayan dostları tarafından karşılandık. Yine misafirperverlik nedir gördük, yine dayanışma nedir yaşadık. Denizli'de yaşayan kardeşlerimizin de katılımı ile Vamos Bien ailesi İzmir'de hazırdı. Önce Konak'ta imece usulü hazırlanan kahvaltılarımıza yumulduk çünkü yol boyu Tuba ve Yiğit'in evden getirdikleri ve Fatih'in kalender alışverişleri dışında birşey yiyemiştik! Bu durum besteye yansımış olabilir, sanırım önden sinyallerini veriyorum!


Kahvaltı sonrası bir İzmir klasiği olan yürüyerek Alsancak Kordon'a vardık ve maç saatine kadar burada vakit geçirdik. Güzel bir sokak içinde tezahüratlar, boğazımızı serinleten içecekler ile sesimizi şehre yansıttık. Grubumuz dışından insanların bizi görüp, yarattığımız o samimi ortama katılma isteklerini gördüm, mutlu oldum. Haklıyız, Kazanacağız, yeni bestemiz ve Fenerbahçe tribününde söylediğimiz tezahüratlarımız Alsancak Kordon'da yükseldi.

Buradan İzmir Atatürk Stadı'na doğru olan bir İzmir klasiği yürüyüşüne başladık. Her zamanki güzergah üzerinden yıkılması planlanan Alsancak Stadı'nı belki son kez görerek, selamlayarak stada vardık. Bir kısmımız tribüne girmeli ve konuşlanmalıydı, bir kısmımız ise polis tarafından göz altına alınan pankartımızı en azından geri alıp minibüsümüze koymak için dışarıda kalmalıydı. Evet İstanbul'dan getirdiğimiz "haklıyız, kazanacağız" pankartımız tribüne sokulmayarak polis tarafından göz altına alınmıştı. Aradık, klasik yarım ağızlı veya ilgisizlik dolu haller ile pankartımıza ulaşamadık. Pankartımız alınmış ve bir polis aracında tutuluyordu ama hangisindeydi? Maç sonrası gelip almamızı söylediler. Tribüne girdik, maç Herve Tum ve Dirk Kuyt'ın karşılıklı golleri ile 1-1 berabere bitti. Lige 2 puan kaybı ile başladık, üzüntümüzü içimize attık, twitter'a girmedik, maç sonrası pankartımızı geri almak için yeniden araştırmaya başladık. Yine biraz oraya biraz buraya derken pankartımızın Çınarlı karakolu'nda tutulduğu söylendi. 5 dakika mesafe, yürüyün oradan alın dendi. Neden aldınız haklıyız kazanacağız yazıyordu dedik, sakıncalı dediler. Karakolun yerini bilen yine pankartları alınan Group İzmir'den arkadaşlarla Çınarlı karakoluna vardık. Pankartımız polis otosunun bagajına sıkıştırılmıştı, geri aldık. Çeşitli nedenler ile yine Çınarlı karakolu'nda tutulan Elazığ'lı arkadaşlara geçmiş olsun diyerek geri döndük.

Maçın bitiminden sonra 1 saatlik bu mücadele ile "haklıyız, kazanacağız" pankartımız tekrar omzumuzdaydı. Bir kısmımız minibüste beklerken bir kısmımız pankartı almaya gitmiştik; sonra fark ettim ki bizimle ilk kez deplasmana gelen 16 yaşındaki Barış ta abilerinin peşine takılmış, pankartı geri almaya gelmişti. Dönüşte pankartı sırtlamıştı.

Kadıköy'e doğru dönüş yoluna geçtik. 24 saat önce yola çıkan bedenler tüm günü yaşayıp, tribün'de mücadeleye ortak olmuş ve yorgun düşmüşlerdi. Maçın skoru beraberlikti ama esas olan bu deplasmandaki beraberlikti.

İyi ki varsınız...

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Kötü


Süper Kupa'yı kötü oynayarak Galatasaray'a kaybettik. Sezona iyi başlayamadığımız bir gerçek. Geride kalan 2 Vaslui ve dün oynanan Galatasaray maçlarında kötü ile vasat arası bir yerlerdeyiz. Zamanla bu pozisyondan kurtulup ileriye doğru bir ivme yakalamamız şart yoksa en az oyun kadar kötü olan taraftar refleksi sonuca ve skora gidilemediğinde can sıkmaktan öteye gidecek gibi duruyor.

Dün akşamki oyunun detayına girmek istemiyorum lakin pek kötü goller yiyoruz. Volkan'ın maçın başında omzundan sakatlanıp yerini Mert'e bırakmasının hemen 2 dk. sonrasında bireysel hata ile gol yeme, Kuyt'a hücum edilirken yapılan faul (veya değil) sonrası tek uzun top ile karşı karşıya pozisyonla gol yeme ve son penaltı pozisyonun olduğu yeri düşününce durum kötü. Tabii ki hatasız oynamak mümkün değil ancak oyuncuların daha dikkatli olmaları gerekli, en azından böyle basit goller yememek için daha dikkatli olmalılar. Aykut hoca'nın bu hataları azaltabilmek için çalışmaları olmalı, teoriyi pratik ile sahaya yansıtmalıyız.

Maçın dışında 3 maç sonunda gelinen nokta Aykut Kocaman'ın getirildiği nokta! Yazının başlığı için seçtiğim "kötü" kelimesi sadece takımın oyunu değil taraftar refleksinin geldiği boyutları ifade etmesi açısından seçildi. Geçen sezon yaşamak zorunda kaldığımız ortamın adeta maskeli bir baloyu andırdığını düşünmeye başladığım tepkileri görüyorum ki bu benim kendi durumumu da iyice açıklamam gereken bir durumu da beraberinde getiriyor. Aykut Kocaman'ı çok seviyorum, oyuncu iken de öyleydi ama şimdi kendini daha çok ifade edebildiği teknik direktörlük pozisyonu olarak çok önemli ve özel bir insan olduğunu düşünüyorum. Fenerbahçe'nin başında olmasından çok mutluyum diye uzayıp giden bir durum. Ancak bunun ardına hemen eklemeliyim; Aykut Kocaman eleştirilemez değil!


Ülkede herkesin üzerine birşey konuşabileceği ve medyanın kötü algıları veya istediği algıyı kolayca yaratabildiği bir alan olan futbolda tabi ki herkes Aykut hocayı eleştirecektir. Sosyal medya hayatımıza girdi gireli eskiden sohbet tadında yapılan yorumlar artık takipçilere veya daha başka kitlelere doğru yapılıyor. Mesela dün Alex ilk 11'de başlamayacak haberi sızdığında veya art niyetli sızdırıldığında bunun bir boyutunu görebildik. Ortalık toz duman, Alex nasıl kesilir, Aykut Kocaman (bu ekseriyetle Aykut hitabı ile) kendini ne sanıyor, Alex oynamaz mı diye zincire bağlayan bir tivit sağanağı! Medyanın kasıtlı kaşıdığı ve yaratacağı gerginlikten besleneceği bir konu Aykut hoca - kaptan canımız ciğerimiz Alex konusu. Aykut hoca teknik direktör olarak geride kalan 2 sezonda Alex'i Perşembe-Pazartesi-Perşembe sıkışıklığındaki 2 PAOK maçı arasına denk gelen Avni Aker deplasmanı hariç hiç ilk 11'den kesmedi. Geçen sezonun son final maçında sakat olduğu için mecburen yedek başladığı maçı biliyorum ve özellikle yazmadım. Demem o ki bu konuda medyaya pek ekmek çıkmadı ama konuyu kaşımak için aportta bekleyecekleri kesin. Dün de kaptan ilk 11'de başladı, takımın geneli gibi iyi oynayamadı, dert değil canı çok sağolsun.

Hadi bu derdi atlattık, bu kez maçı kötü oynayıp 3-2 kaybettik ya yine Aykut! (hocam) bu işi bilmiyor, iyi hoca değil, twitter yıkılıyor, türlü türlü kötü yorumlar bakın eleştiri demiyorum, o eleştiriyi görebilsem tamam diyeceğim ama yok! Çıkarttığı ilk 11'e sallayamıyorlar, sanırım yenilen 3 gole de yapabileceği birşey yok diye bişey bulunamıyor. Bu kez 2-2'yi yakaladığımız ve Engin Baytar'ın atılıp Galatasaray'ın 10 kişi kaldığı bölümde neden oyuncu değişikliği yapmadığı konusu. 10 kişilik Galatasaray'a karşı Sow oyuna neden girmemiş? Volkan'ın sakatlığından dolayı zorunlu olan Mert ve 2-2'nin hemen sonrası kötü oynayan Mehmet Topal yerine Krasic girmiş, Topuz göbeğe geçmiş ve tek değişiklik hakkı kalmıştı.Sow girecek ama kimin yerine girecek belli değil, atış serbest! Kuyt 10 üzerinden 12 oynuyor, adeta yanıyor, çıkmaz. Alex çıksa maçın başına döneceğiz! Galatasaray 10 kişi kalmış, oyundan Alex mi çıkar, kesin takıntısı var denilen esas takıntıya döneceğiz! Bir ihtimal pozisyon benzerliği ile Caner - Stoch olabilir ama senin 90 dk.da maçı bitirebileceğin kesin mi, o son hakkını elinde tutmayasın? Takım kötü, tamam Aykut hoca kötü oynatıyor (o ne demekse artık) ona da tamam da benim eleştiriden anladığım bu değil demek ki! Siz yardırın zaten benim ne bunu engellemek gibi bir gayem var ne de öyle bir gücüm var. Mesela bana göre eleştiri Yobo'nun 1 haftalık idmanla da olsa maç kadrosuna alınmamasıdır. Serdar Kesimal sakatken ve 2 stoperin sahada iken yedek stoperin olmaması eleştirilir. İlk sezonunda Kayseri deplasmanında aynısını yaşamış, orta sahadan Selçuk stopere devşirilmiş ve oradan yediğimiz gollerle maçı kaybetmiştik. Aykut hoca burada muhtemelen aksi durumda Mehmet Topal'ı devşiririm diye düşündü ama bence hataydı, neyse zaten oraya kalmadan kaybettik.

Eleştiri olsun, o eleştiri benim istediğim gibi olacak değil tabi, öyle bir dünya yok! Fakat ben kesinlikle birbirini kötü etkileyen bir kitlenin olduğunu düşünüyorum. 1 kişinin fikri bir anda otomatik bir şekilde 100 kişinin, 1.000 kişinin fikri oluyor. Ardından iş küfür etmeye, aşağılamaya geliyor işte bu kabullenebildiğim birşey değil.

Benim yazdıklarımı bir yerinden itibaren okumayı bırakanlar olacaktır belki tıpkı dünkü maçın ardından Aykut hocanın basın toplantısında dediklerini anlamayanlar, anlamak istemeyenler ve hatta anlamak için çaba sarf etmeyenler olacağı gibi. Aykut hocanın basın toplantısını bir kez daha izleyin, bir kez daha dinleyin!

Ve kabul ediyorum takım kötü ama bu taraftar refleksi ondan daha kötü! Fenerbahçe düzelir ama korkarım ki bu refleksler düzelmez. İşte kötü olan bu!

9 Ağustos 2012 Perşembe

Mutlu ve Umutlu


Öncelikle dün akşamki sonuçtan dolayı çok mutlu olduğumu söyleyeyim. Vaslui elenmesi gereken bir rakipti ancak biliyorsunuz geçen hafta ilk maçta Kadıköy'de alınan 1-1 beraberlik ve hemen peşinden gelen fazla kötümser reaksiyonlar ve olası bir elenme durumunda bunların artabilmesi ile maç öncesinde gerilmiştim. Aykut hoca üzerine yoğunlaşacak tepkileri düşünmüştüm. Herkes bilirkişi olacaktı, hesap soracaktı, bir sürü sevmediğim şey olacaktı ve bunları düşünüp maç öncesi sıkılmıştım.

Ancak Fenerbahçe kendi sahasında bilmem kaç maçtır yenilmeyen Vaslui'yi Caner, Kuyt (2) ve Sow'un güzel golleriyle 1-4 yenerek Şampiyonlar Ligi play-off turuna kaldı. Yukarıda saydığım kötümser ihtimaller ilk kötü sonuçta ortaya çıkmak üzere rafa kalktı! 1 hafta önce kötü oynayan Fenerbahçe dün akşam daha iyi oynarken geçen hafta yanlış ilk 11 tercih eden Aykut hoca bu kez bana göre doğru 11'i sahaya sürdü. Maça iyi başladık, tur için kilit golü erken bulduk, Vaslui'nin hızlı cevabına engel olamadık, maçın içinde gel-gitler yaşadık ama geçen haftaya göre daha iyiydik. 2. yarının başında Volkan'ın penaltıyı kurtarması ardından Kuyt'ın kale direklerinin birleştiği noktaya yakın yerdeki örümcek ağlarını alan muhteşem golü ile turu kaptık.

Kuyt çok önemli bir isim. Yıldız olup sahada bununla ilgili en ufak bir ister şımarıklık deyin ister kapris deyin görmediğiniz çok güzel bir adam. Aykut hocanın transferdeki bu ince ayarını sevdiğimi daha önce çok söyledim, olsun bir daha söyleyeyim. Sow'un maçın bitiriş golünü atması da çok güzel oldu tıpkı golün kendisi kadar. Onun Fenerbahçe kadrosunda olmasının ne kadar önemli olduğunu hatırlamak, hatırlatmak açısından değerliydi.

Vaslui'yi elemek Avrupa'da minimum Aralık ayına kadar yola devam etmek demekti. Şampiyonlar Ligi'nde tek başına yer alıp pastadan gelecek parayı kasaya atmayı hesaplayan ezeli rakibe henüz değil demekti. Farkındayız bir sonraki tur olan play-off turunda rakipler zorlu ve Şampiyonlar Ligi gruplarına kalabilmek kolay değil. Ezeli rakip yine aportta bekleyecek ama biz de pes etmeyeceğiz, istediğimiz olmazsa da Avrupa Ligi gruplarında devam edeceğiz.

Bitirirken de eğer bu yazıyı okuyorsanız hemen bundan 2 önceki Sezon Başı yazısına ve özellikle son paragrafa bir daha bakın diye rica edeyim. Enseyi hemen karartmayın!

3 Ağustos 2012 Cuma

Krasic Transferi


Güzel transfer, önemli transfer. 2 sezon önce de Aykut hoca'nın istediği, o zaman Juventus ve İtalya Serie A'nın ağır basması nedeniyle olmayan ancak yine bugün öneminden birşey kaybetmemiş bir transfer. Bir taşla ikiden fazla kuşu vuran bir transfer Krasic transferi. Kuyt ve Mehmet Topuz'un birden fazla bölgede oynayabilme özelliklerini tetikleyen bir transfer. Benim açımdan Mehmet Topuz'un orta sahaya alınmış yeni bir oyuncu olmasına neden olan bir transfer.

Milos Krasic şöyledir, böyledir, şu özelliğine bayılacaksınız diyecek halim yok lakin Krasic transferinin uzun vadeli bir Aykut Kocaman transferi olduğunu, özellikle ayrılık vaktinde çok üzüleceğimiz Alex'in olmadığı önümüzdeki sezon bu transferin değerinin ortaya çıkacağını söylemek isterim. Zamanı gelince belki dönüp buraya bakar ve gülümseriz.

Bir de bu transferin taraftar etkileri açısından bir paragraf açmak gerekirse, taraftarda oluşan ve beni son birkaç gündür rahatsız eden "Krasic tamam güzel transfer de orta saha merkeze adam lazımdı, Vaslui serisi başlamadan alsaydık, çok geç kaldık!" serzenişlerine kurban gitmemeli bu transfer. Bizim oturduğumuz yerden düşündüğümüz gibi veya menajerlik oyunundaki gibi olmuyor transfer işleri ve "parayı bastır adamı al" düşüncesi ile hiç alakası olmayan çok güzel bir hocamız var. Günü kurtarmanın değil planlı transferin, uzun vadeli kadro yapılarının ve yapılan transferin kapsadığı en ince detaya kadar düşünmenin doğru olduğu bir bakış açısı. Aykut hocayı çok sevmenin detaylarından sadece bir tanesi.

Milos Krasic hoş geldi, rüzgar sevenlerin gözü aydın!

2 Ağustos 2012 Perşembe

Sezon Başı


Sezona dün akşam oynanan Şampiyonlar Ligi 3. ön eleme maçı ile resmen başlamış olduk. Rakip Romanya'dan Vaslui. Kura çekimindeki muhtemel rakipler süzülene kadar neredeyse ismi ile karşılaştığımız bir takım değil. Dolayısıyla Fenerbahçe için rakibin elenmesi gerekliliği baskısını otomatik cebe atan bir durum. Elemeliyiz tabii ki lakin yine sezon başı gibi bir gerçekle karşı karşıyayız!

Sezon başı resmi maçlarına fırtına gibi, hadi abartmayayım yeterince iyi giren takım sayısı çok fazla değil sanırım. Diğer takımları bırakıp Fenerbahçe için konuşayım, açıkçası pek hatırlamıyorum. Sezon başındaki ağır fiziksel yükleme temelli antrenmanların etkisi olsa gerek sezon başındaki maçlar tatsız geçiyor, araya sıkıştırdığın gol veya gollerle kazanırsan ne ala ama onun dışında sevimsiz bir durum var gerçekten.

Dün akşam da Fenerbahçe oldukça kötü oynayarak Kadıköy'de istediği sonucu alamadı; 75'te yediği gole maçın bitimine kısa süre kala Bekir'in kafası ile karşılık verince 1-1 ile yetinmek zorunda kaldı. Bilemeyiz tabi ama Kadıköy'de yenen gol tura mal olabileceği gibi Bekir'in son dakikada attığı gol turu geçme konusunda kritik olabilir. Bunu önümüzdeki çarşamba akşamı göreceğiz.

Takım kötü dedik, bunun sezon başı kötülüğü olmasını umuyorum ve öyle düşünüyorum. Aykut hoca da ilk 11'deki Semih tercihi ile yanlış yaptı diye not düşelim, bunun sezon başı gibi bir etkene bağlı olmadığını biliyoruz. Semih fazlasıyla geriye gitmiş durumda ve maalesef koca ilk yarıyı boşa geçen bir zaman gibi görebiliriz. Aykut hoca daha sonraki oyuncu değişiklikleri ile bana göre olması gerekeni yaptı ama takım üretemedi, etkili olamadı. Rövanşta iyi bir diziliş ve mutlaka daha iyi oynamalıyız. Gol veya gollere ihtiyaç olacak.

Bir de kimseye akıl verecek değilim ve bunu da emin olun hiç sevmem ama hocaya ve futbolculara tepki için fazla acelecilik olduğunu düşünüyorum. Büyük kitleler içinde tabii ki tek tip reaksiyon görebilmek imkansız ancak sezon başındayız diye noktalıyorum.

31 Temmuz 2012 Salı

Yeniden


Tribün bizim için yaşam alanlarından biri, kendimizi ifade etmenin çeşitli hallerini tribünde gösteriyor, çok sevdiğimiz takımımızın sahadaki mücadelesine ortak olabilmek için destek oluyor, sevinci de hüznü de burada paylaşıyoruz.

Okul Açık bizim ruhumuz, yaşatmaya çalıştığımız taraftarlık kültürünün hayatın içine doğru yansıdığı yer.

En son 12 Mayıs akşamı gaz bombaları, ufacık çocukların korkuları ve gözyaşları arasında ayrılmıştık. Öfkeliydik, hafızamıza kazıdık.

Şimdi ise sanki ilk kez sahneye çıkarmış gibi heyecanlı ama o heyecanın yanında hevesli ve hırslıyız. Yarın akşam tertemiz bir nefes gibi içimize çekeceğiz ve öyle başlayacağız.

Yeniden Okul Açık'tan ses vermek üzere..rastgele..

3 Haziran 2012 Pazar

Dirk Kuyt Transferi


Transferi duyar duymaz aklıma gelen ilk cümle "tam bir Aykut hoca transferi" oldu. Güzel transfer olmasının içine herkes kendine göre değişik kriterler ekleyebilir ama benim için Aykut Kocaman'ın Fenerbahçe'nin hoca olarak dümenine geçtiğinden beri getirmek istediği ve uyguladığı transfer politikası önemli ve bundan oldukça mutluyum.

Bildiğiniz üzere hoca bize aç oyuncu lazım diyerek önemli bir transfer yolu açmıştı. Buraya kimlerin girdiğini ve yer aldığını biliyorsunuz. Onun dışında ise profesyonel ve ismi futbolla ilgilenenler için bilindik, süperstar yıldız sınıfında olmayan ancak takıma yarar sağlayacak kadar iyi transferler oldu. Dirk Kuyt bu sınıfta iyi bir transfer ve daha golcü özellikte olmasına rağmen Niang ta bu sınıftaydı. Marsilya ve Liverpool gibi takımlarda uzun süre istikrarlı oynama, bariz katkı verme ve mücadeleci iyi profesyoneller..Alex apayrı bir örnek olsa bile bu sınıfa gireceklerden..istikrarlı, takıma katkısı çok fazla ve takım için elinden gelen mücadeleyi sonuna kadar veren profesyonel yıldız isimler..

Dirk Kuyt ta bilinen Liverpool kariyeri, milli takımda üstlendiği roller ile herkes tarafından bilinen ama görevini yerine getirmek için sonuna kadar mücadele eden bir futbolcu. Kanat forvet oynaması güzel bir alternatif ve takımın hücum kombinasyonlarında avantaj yaratacaktır.

Transferi her açıdan değerlendirdiğimizde çok başarılı gözüküyor ve bunun için Aykut hocaya teşekkür etmeli, belli bir süreye yayılan Brezilya ağırlıklı transfer politikasını bambaşka bir yöne ve çizgiye getirdiği için mutlu olmalıyız, en azından ben bu durumdan gayet mutluyum.

Dirk Kuyt'a Fenerbahçe forması altında başarılar diliyorum..

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Alex'in Ellerinde Yükseldi


Fenerbahçe tarihinin en sıkıntılı, doğal değil kurgulanmış zorluklara karşı ayakta kalmaya çalıştığı, futbolcusunun, Aykut Kocaman'ın ve taraftarının sorumluluk aldığı here alanda ortaya koyduğu mücadelesi ve direnişi ile hatırlanacak ve asla unutulmayacak sezonunu 29 yıldır alamadığımız Türkiye Kupası'nı kazanarak kapattık.

Fazlasıyla güzel bir oyun ve öyle güzel atılmış goller ile geldi ki o özlediğimiz kupa tartışılmayacak şekilde Fenerbahçe'nin hakkıydı. 4-0'lık Bursaspor galibiyetinde kendi attığı güzel golün dışındaki Caner, Cristian ve Semih gollerinde asistleri yapan Alex bir kez daha Fenerbahçe forması ile ölümsüzleşti, adını Fenerbahçe tarihinde bir kez daha anmak üzere 16 Mayıs 2012 kupa finaline kazıdı. Türkiye Kupası o'nun ellerinde yükselince çok daha güzel gözüktü, çok daha anlamlı oldu.

Kupa finalinden 4 gün önce lig finalini de oynamayı başaran, ezeli rakibi ile berabere kaldığı için sezon boyu gösterdiği büyük direnişi taçlandırmanın kapısından dönen Fenerbahçe futbol takımı kağıt üstünde herkesin moral bozukluğu kriterini öne sürdüğü kupa finalinde bunu tamamen bertaraf ederek, tartışmasız güzel bir oyun, mücadele ve çok güzel goller ile kupayı kazanmayı başardı. Bu kupa sıradan, her zaman bildiğimiz bir sezonda kazanılsa da önemli olurdu ama böyle bir sezonda Fenerbahçe müzesine getirilmesi ve sezonun bu özlenen kupa ile kapatılması apayrı bir saygıyı hak ediyor. Herkesin de bu onuru ve gururu bizlere yaşatan futbolculara ve Aykut Kocaman'a minnet duyması, emeklerini alkışlaması ve bizleri tarihimizin en zor sezonunda gururlandırdıkları için hakkını teslim etmesi gerek.

Türkiye Kupasının Fenerbahçe'yi tutmayanlar, sevmeyenler açısından en büyük önemi kupayı Fenerbahçe'nin uzun süredir alamamasıydı. Maaşları çift ikramiye şeklinde yatsa durumdan bu kadar mutlu olmayacak insanların da Bursasapor'un kupayı alması durumunda yaratıcı, zeki espriler hazırlığında olduğu ama 4-0 sonrası hayatlarında yeni bir dönem başladığını söyleyebiliriz.

Onlar maksimum mutluluğu Fenerbahçe'nin başarısızlığı üzerinden yaşamanın yollarını yine arayacaklardır fakat böyle bir sezonun sonunda bizler o kadar mutluyuz ve onurluyuz ki sanırsınız hem şampiyon olduk hem de kupa hasretine son verdik. Evet doğru okudunuz, geride kalan bu tarihi sezonda gösterilen mücadele ve gelinen noktadan dolayı o kadar mutlu ve onurluyuz.

Emeği geçenlere sonsuz teşekkürler...

13 Mayıs 2012 Pazar

Zalimlere ve Zulme Karşı


Öncelikle Fenerbahçe futbol takımı oyuncularına, Aykut Kocaman ve teknik ekibe, sezon boyu takım içinde görev almış ve emek sarf etmiş bütün bireylere sonuna kadar helal olsun. Onların dün akşam Galatasaray'a karşı gösterdiği çaba ve hatta sezonun bu final ile sonuçlanmasına giden yoldaki mücadeleleri benim onurumdur, gururumdur.

Daha önce defalarca yazdığım gibi böyle bir sezonu, dış etkenleri görmezden gelerek normal bir sezonmuş gibi değerlendirmek ancak Fenerbahçe algısı ve dolayısıyla onun yarattığı körlük ile açıklanabilir. Dolayısıyla şampiyonluğum çalındı diye bütün sezon ağlayan operasyon torpillilerinin, büyüğüm diye geçinen ezeli rakiplerin sezonu ne zaman kapattıklarını, operasyonun tamamen dışında ve bu işlere tarihinde hiç bulaşmamış bir camia havasındaki esas ezeli rakibin de dün akşam öncesine kadar - bu şartlara rağmen - tedirginliği tam içlerinde nasıl hissettiklerini tarihe not edelim.

Maçı derinlemesine değerlendirecek halim yok ama Fenerbahçe'nin elinden geleni yaptığını, böylesine bir sezonu şampiyon olarak taçlandırmak için tek yol olan galibiyet için mücadele ettiğini ve maçın sonunda Galatasaray'a yarayan beraberlik ile çok fazla üzüldüğümü söylersem yalan söylemiş olacağımı belirteyim. Ayrıca Fenerbahçe şampiyonluğu bir kez daha son haftada kaybetti yanlış algısını veya art niyetli yorumlarını düzeltmek gerek. Dün akşamki final ne 2006 ne de 2010 Mayıs'ı ile aynıydı hatta alakası yoktu. O sezonlarda Fenerbahçe hem son haftaya lider girmişti hem de kendisi puan kaybedecek, 2. sıradaki rakipleri de kendi maçlarını kazanacaklardı. Dün akşam Galatasaray zaten son maç öncesi 1 puan öndeydi ve beraberlik kendisine yetiyordu. Dolayısıyla bu şekilde son maçta şampiyonluk kaçmaz.

Dediğim gibi dün akşamki 0-0'lık sonucun ardından üzülmedim ve sahadaki mücadeleye dair en ufak bir sıkıntım yok. Fenerbahçe için çok önemli bir güç olan Alex'in sakat olduğunu ve neden bu kadar geç girdiğini de gördüm, demek ki Aykut hoca onu son barut olarak düşünmüş. Bienvenu'yü çok seviyorum ve oyuna ilk 11 başlamasını ama öyle olmayınca bile biraz daha erken girmesini isterdim. Ancak bu oyun enteresan bir oyun, öyle ki Alex kenarda oyuna girmek için hazırlanırken Dia 2. sarıdan kırmızı kartı gördü ve topu faulsüz çalmışken Cüneyt Çakır'ın faul düdüğüne isyan ederken. Sonuçta Fenerbahçe 3 ihtimalden kendisine yarayan tek ihtimal olan galibiyeti çıkaramadı ama biz taraftarlar için gurur duyulacak mücadeleyi gösterdi.

Tam da burada yazıyı başka bir yöne çevirmek gerektiğini düşünüyorum. Cüneyt Çakır'ın 5 dk. uzatmasının ardından çaldığı düdük ile Galatasaraylı futbolcular sahanın ortasında sevinirken, Fenerbahçeli futbolcular üzüntüden yere çökmüş veya gözyaşlarına hakim olamıyordu ve biz taraftarlar takımımızı bağrımıza basmak için tribüne çağırmaya hazırlanıyorduk. Demek istediğimi ve olayları yerinde yaşayan biri olarak doğru olanı en başta söylemek istiyorum. Dün akşam Okul Açık tribünü sağ alt kısmında polis ile taraftar arasında başlayan ve polisin kışkırttığı olaylar işin başlangıç noktası oldu. Kimse çıkıp Fenerbahçe taraftarı Galatasaraylı futbolculara saldırmak için sahaya daldı, şampiyonluk gelmedi diye olaylar çıktı şeklinde ahkam kesmesin, kesiyorsa da şeref yoksunu olduğunu kabul etsin.


Okul Açık sağ alt kısmında başlayan kıvılcım polisin her zamanki tutumu ile giderek büyüdü, önce alt tribünde engelli taraftarın olduğu ve çevresine biber gazı sıkıldı daha sonra takdirini pek objektif kamuoyuna bıraktığım bulunduğumuz üst tribüne gaz bombası atıldı. Kadınlar, kızlar, ufacık bebelerin ortasına gelen ve Okul Açık üst katını vuran bu biber gazı mücadelenin nerelere vardığını gösteriyor olmalı. Daha geçen hafta Çağlayan'da tam ortamıza düşen gaz bombaları bu kez Fenerbahçe için ses verdiğimiz tribünün ortasına atıldı. Bu nasıl bir kindir, nasıl bir nefrettir ve neyin rövanşıdır, ne şekilde alınmak istenmektedir? Ufacık bebelerin korkuları, gözyaşları, anne-babalarına sarılmalarının karşılığı, sebebi nedir? Fenerbahçe ve sarı-lacivert renklerin bu denli ötekileştirildiği, ayrıştırıldığı ve şiddete maruz kaldığı olaylara ne demeliyiz? Devletin polisinin terör gerçeğini kabul etmeniz mi yoksa bir avuç kendini bilmezin sebep olduğu olaylar deyip işin içinden kurtulmanız mı?


Peki tribüne gaz bombaları atılırken sokakta durum nasıldı? Herkes Fenerbahçesi ile gurur duyup, hüznünü ve takımın sezon geneline yaydığı mücadelesinin gururunu eşiyle dostuyla paylaşıp evlerine gidebildi mi? Hayır. Sokakta yine korku ve gözyaşlarıyla babasına sarılmış çocuklar, kendine güvenli ve biber gazından uzakta bir yer arayan binlerce insan saatlerce şiddetin ortasından kaçamadı. Emniyeti şiddet ile sağlamayı görev edinenler ise dünyanın en kahpe silahlarından biri olan gaz bombalarını düşünmeden insanların üzerine attılar.


Biz Fenerbahçe'nin şampiyonluk yolundaki mücadelesi ile gurur duyuyoruz. Bu sezon Fenerbahçe'nin mücadelesi futbolcuları ile, Aykut Kocaman'ı ile, taraftarı ile çok geniş bir alanda gerçekleşti. Bu sezon başka bir sezon ve bu sezonun geneline yayılan taraftar bilinci ve gelinen bu son noktadaki olayların taraftarın hafızasında nasıl yer ettiği bana göre çok önemli. Halkın takımı olan Fenerbahçe'nin taraftarının yaşadığı zulümlere ve bunlara sebep olan zalimlere karşı düşünceleri de hissettikleri de artık nettir.

Şampiyonluklar gelir geçer ama yaşatılan bu zulme sebep olanlar unutulmaz, hafızalardan silinmez!